Yaratilisi savunanlar arasında tip hekimleri özel bir yere sahiplerdir. Çünkü onlar evrimsel biyologların anlattıkları hikayelerin gercekte olamayacagini, gerçekleşemeyeceğini her gün yaptıkları gözlemler araciligiyla görebilmektedirler. Profesor Howard Glicck te onlardan biridir. Prof. Glick devam eden serisinde bu kez Vucudumuzun yeterince tuz tasiyip tasimamasi sorununa dair vücudumuz içerisinde Yüce Allah tarafından yaratilmis harika mekanizmaları incelemekte ve bu mini minnacık alana sikistirilan muhendislik basarilarinin tesadufi evrim görüşleri ile nasıl dalga geçtiğini akademik bir dilde bizlere aktarmaktadir.
Tuzun oranının kontolu başlı başına bir yaratilis kanitidir. Vücudunuza fazla tuz aldiginizda aldosteron hormonu sodyumu uzaklaştır talimatı veren bir emir gönderir bunun tersi durumunda ise sodyumu tut emri verir. Eğer vücudumuz sadece birkaç gün bu emirleri yanlış verse ya sodyum azligindan kalp krizi geçiririz yada sd=odyum fazlaliligindan felç yada yüksek tansiyon kaynaklı beyin kanaması geçiririz. Peki nasıl oluyorda insan en caresiz olduğu günlerden yani bebeklik günlerinden bu yana bu oran insan yasemini koruyacak bir sekilde korunabiliyor ? Bu nasıl var oldu ? Gözle görülemeyecek boyutlardaki hücrelerimizin içerisinde ne kadar tuz olması gerektiği nereden biliniyor ? Tuzun az yada çok olması nasıl tespit edilebiliniyor ? Az yada çok olması durumunda önlem alınması gerektiğini bizlerin vücutlarına kodlayan kim ? Neden ? Neden bunu anlamamiza müsaade ediyor ? Neden anlamamizi istiyor ?
Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra arşa istivâ eden; gündüzü, kendisini süratle kovalayan geceyle bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğdiren Allah’tır. Bilin ki, yaratma da, emir ve idâre yetkisi de yalnız O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir. Araf 54
Kardiyovasküler Sistemi Anlamak; Vücutta Sodyum Oraninin Kontrol Edilebilmesi, Indirgenemez Kompleks Bir Sistem
Bu serinin bir önceki yazısında gördüğümüz gibi, sodyum (Na) yaşam için hayati öneme sahiptir. Sofra tuzu (NaCl) vücudun suyunda çözündüğünde, doğal olarak Na+ ve Cl– iyonlarına ayrılır. Hücrenin plazma zarındaki sodyum-potasyum pompaları, enerji kullanarak Na+ iyonlarını hücre dışına iter, böylece hücre kimyasal içeriğini ve hacmini kontrol edebilir. Bu aktivite, hücre dışı sıvının (ekstraselüler) vücuttaki sodyumun %90’ından fazlasını içermesine ve Na+ iyonları açısından hücre içi sıvıdan on kat daha konsantre olmasına neden olur.
Dahası, su genellikle Na+ iyonlarının vücutta gittiği her yeri takip ettiğinden, hücre dışı sıvıdaki bu nispeten yüksek sodyum konsantrasyonu, su içeriğinden ve kan hacminden de sorumludur. Ayrıca, doğa yasaları, vücudun gastrointestinal sistem, terleme ve idrar oluşumu yoluyla sürekli olarak sodyum kaybetmesine neden olur. Bu nedenle, hayatta kalmak için yeterli sodyuma sahip olma konusunda, vücudun kontrolü ele alması gerekir. İşte bunu yapmanın ana yollarından biri.
Böyle bir bağlamda kontrolü ele almak için ihtiyaç duyulan ilk şey, kontrol edilmesi gerekeni tespit edebilen bir sensördür. Tıpkı bir balona veya lastiğe hava pompalandığında olduğu gibi, kan bir kan damarından veya bir odacığa aktığında, duvarlara uyguladığı kuvvet onların gerilmesine neden olur. Bu duvar hareketinin bir kısmı, dolaşım içindeki kan miktarından kaynaklanır, bu da su içeriğinin bir yansımasıdır. Ancak, kandaki suyun varlığı sodyum içeriğine bağlı olduğundan, bu, bir kan damarına veya odacığa kan aktığında meydana gelen duvar hareketinin de vücudun sodyum içeriğinin bir yansıması olduğu anlamına gelir. Bu duvar hareketini tespit eden sensörlerden bir set, kanın süzülmek üzere girdiği böbreklerde bulunur. Diğer bir set ise kalbin üst odacıklarının (atriyum) duvarlarında yer alır.
Kontrolü ele almak için ihtiyaç duyulan ikinci şey, verileri bir standartla karşılaştırarak entegre edecek, ne yapılması gerektiğine karar verecek ve ardından emirler gönderecek bir şeydir. Böbreklerdeki duyu hücreleri, tespit ettikleri duvar hareketi miktarıyla ters orantılı olarak renin adı verilen bir hormon salgılar. Duvarlar ne kadar gerilirse, bu daha fazla kan hacmini gösterir ve o kadar az renin salgılanır; duvarlar ne kadar az gerilirse, bu daha az hacmi gösterir ve o kadar fazla renin salgılanır.
Buna karşılık, atriyum hücreleri, tespit ettikleri duvar hareketi miktarıyla doğru orantılı olarak Atriyal Natriüretik Peptit (ANP) adı verilen bir hormon salgılar. Duvarlar ne kadar gerilirse, bu daha fazla kan hacmini gösterir ve o kadar fazla ANP salgılanır; duvarlar ne kadar az gerilirse, bu daha az kan hacmini gösterir ve o kadar az ANP salgılanır. Bir natriüretik, sodyumun atılmasına neden olan bir kimyasaldır (Latince’de natrium sodyum anlamına gelir).
Kontrolü ele almak için ihtiyaç duyulan üçüncü şey, durumla ilgili bir şeyler yapabilecek bir efektördür. Renin, karaciğerde yapılan bir protein olan anjiyotensinojen üzerinde etki ederek anjiyotensin I adı verilen başka bir protein oluşturan bir enzimdir. Anjiyotensin I daha sonra akciğerlerdeki bir enzim tarafından anjiyotensin II’ye dönüştürülür. Anjiyotensin II, sadece susama merkezini değil, aynı zamanda tuz iştahımızı da uyarır.
Anjiyotensin II, adrenal bezlerdeki belirli hücrelerdeki spesifik anjiyotensin II reseptörlerine bağlanır ve onlara aldosteron adı verilen bir hormon salgılamalarını söyler. Aldosteron, böbreklerdeki bazı tübüllerin iç yüzeyini kaplayan hücrelerdeki spesifik aldosteron reseptörlerine bağlanır ve onlara daha fazla sodyumu vücuda geri almalarını söyler.
Reninin nihai etkisi, vücudun daha fazla tuz alarak ve üretim aşamasındaki idrardan daha fazla Na+ iyonunu geri alarak sodyum içeriğini artırmasıdır. Buna karşılık, ANP tuz iştahımızı azaltır ve renin ile aldosteron salınımını engeller. Ayrıca, böbreklerdeki tübüller üzerindeki spesifik ANP reseptörlerine bağlanır ve onlara daha fazla sodyumu idrara salmalarını söyler. Kalbin atriyumlarından salınan ANP, böbreklerdeki duyu hücreleri tarafından salınan renine bir denge unsuru olarak hareket eder.
Vücudumuzun yeterli sodyuma sahip olduğundan emin olma yolu, sadece daha fazla tuz almak kadar basit değildir. Aynı zamanda düzgün çalışan gastrointestinal ve renal sistemlere sahip olmak kadar da basit değildir. Vücudun sodyum içeriğini kontrol edebilmesi için (1) böbreklerdeki gerilme reseptörlerine sahip duyu hücrelerine, (2) renin üreten, (3) anjiyotensinojeni anjiyotensin I’e dönüştüren, (4) akciğerlerdeki spesifik bir enzim tarafından anjiyotensin II’ye dönüştürülen, (5) spesifik anjiyotensin II reseptörlerine bağlanan, (6) aldosteron üreten belirli adrenal hücrelere, (7) böbreklerdeki belirli tübül hücrelerindeki spesifik aldosteron reseptörlerine bağlanan, (8) gerilme reseptörlerine sahip atriyal hücrelere, (9) ANP üreten, (10) adrenal bezlerdeki ve böbreklerdeki spesifik ANP reseptörlerine bağlanan ANP’ye ihtiyaç vardır.
Bu on bir parçadan herhangi biri eksik olsaydı, tüm sistem başarısız olurdu. Bu durumda vücudun sodyum içeriğini kontrol etme yeteneği kaybolur ve bu da ölümle sonuçlanırdı. Darwin’in Kara Kutusu’nda biyokimyacı Michael Behe, tek bir parçasının eksikliğinin sistemi işe yaramaz hale getirdiği herhangi bir sistemi “indirgenemez derecede karmaşık” olarak nitelendirmiştir. Böyle bir sistemin, sistemin her parçasının bütün tamamlanmadan önce bile bir avantaj sağlaması gereken, yönlendirilmemiş Darwinian mutasyon/seçilim mekanizmasıyla nasıl ortaya çıkabileceğini açıklamak, modern evrim teorisi için önemli bir engel olmaya devam etmektedir. Vücudumuzun sodyum içeriğini kontrol etmek için kullandığı sistem, indirgenemez karmaşıklık sergiliyor gibi görünmektedir.
Ancak Darwinian evrim için zorluk daha derinlere inmektedir. Çünkü yaşam ve ölüm söz konusu olduğunda, gerçek sayılar gerçek sonuçlara sahiptir. Bir benzetme yapmak gerekirse, arabasını düzgün çalışır durumda tutmak için yakıt göstergesinin söylediklerine doğru şekilde yanıt vermesi gereken bir sürücüyü düşünün. Vücudun sodyum içeriği söz konusu olduğunda da, yukarıda bahsedilen her bir bileşen neredeyse hatasız bir şekilde görevini yapmalıdır.
Evrimsel biyologlar, bu tür kontrol sistemlerinin nasıl ortaya çıkmış olabileceğine dair hayal gücüne dayalı, teorik hikayeler anlatır. Ancak, günlük olarak uygulamalı insan biyolojisi (tıp) ile uğraşan bir kişi, bir şeyi fark etmekten kendini alamaz. Bu teoriler, yaşamın bir boşlukta gerçekleştiğini varsayıyor gibi görünmektedir, oysa bir hekimin de çok iyi bildiği gibi, yaşam doğanın son derece talepkar yasalarına tabidir. Sodyum söz konusu olduğunda, gerçek sayılar yaşamı nasıl etkiler? Bir sonraki yazımızda buna bakacağız.
Benz Indirgenemez Kompleks Sistem: Indirgenemez Kompleks Sistem deyimi unlu biyokimyacı Michael Behe tarafından bulunmuş bir deyimdir. Yazar bu ifade ile adim adim gelişmesi mümkün olmayan sistemleri yani evrimin üretmesi teknik açıdan da imkansız olan sistemleri kastetmektedir.